Şehir, sabahın ilk ışıklarıyla uyanırken, sokaklar bir kaosun içinde kayboluyordu. Her köşe başında bir gürültü, her adımda bir hız vardı. Araba sirenleri, insanların ellerinde telefonla aceleyle yürüyüşleri, sokak satıcıları… Her şey birbiriyle çarpışıyor, bir araya gelmeye çalışıyordu. Ama hiçbir şey yerli yerine oturamıyordu. Sanki her şey bir yapbozun eksik parçaları gibiydi. İnsanlar kalabalıklar içinde yürüyor, yürüyor; ama bu yürüyüşte ne bir bakış, ne de bir selam vardı. Sadece adımlar vardı; kesik kesik, birbiri ardına… O kalabalığın içinde her bir insan yalnızdı.
Selim, bu karmaşanın tam ortasında, bir adım bile atmadan, tüm dünyaya yabancılaşmış bir şekilde duruyordu. Ayakları, kaldırım taşlarının arasına sıkışmış gibi hissediyordu. Herkes sahte maskelerle geziyor, birbirine bakmıyor, anlamaya çalışmıyor, duymuyor, görmüyor sadece yürüyordu… Boğuluyordu… Şehrin bu kalabalığı Selim’i boğuyordu. Hepsi, her saniye onun beyninde patlayan birer ses bombası gibiydi. Bir ses, bir fısıldama, bir haykırış… Ama hiçbir şey kalbine ulaşamıyordu. İçindeki yalnızlık her geçen saniye daha da büyüyordu.
Sonra, mucize gibi bir ses böldü bu kalabalığı… Bir çocuğun kahkahası… Evet, bir çocuk gülümsemesi idi bu. Öylesine içten, öylesine temiz… Yanında yavru bir kedi… Kedi çocuğa pati atıyor, çocuk da şen kahkahalarını etrafa saçıyordu. Çocuk elindeki simidi küçük parçalara ayırıp kediye vermeye başladı. Ah, ne güzel bir manzaraydı! Ama hemen ardından bir kadının, “Gel buraya seni tırmalar o kedi!” uyarısı duyuldu. Selim bir an irkildi. Çocukların saflığı, insanların duyarsızlığıyla her geçen gün daha fazla çelişiyordu. Bir zamanlar Selim de o çocuk gibi neşeyle koşar, dünya umurunda olmadan küçük şeylerle mutlu olmayı başarırdı. Yağan yağmurda su birikintilerinde zıplamak, ardından çıkan gökkuşağı, öten bir kuş, horoz şekeri, rengarenk bilyeleri onu mutlu etmeye yeterdi de artardı bile. Şimdi ise adımlarını takip eden yalnızlık, sanki her hareketinde onu gözlüyor gibiydi. Niye böyle oluyordu? Niye insan zamana meydan okuyamadan akışına kapılıp gidiyordu? Çocukken görebiliyordu o masum bakışlar mutluluğu da büyüyünce neden herkes birbirini anlamaya çalışmıyordu? Ve insan onca kalabalığın içinde niye derin yalnızlıklar içinde kayboluyordu?
Birden, ileride yaşlı bir kadınının ağır aksak yürüyüşü dikkatini çekti Selim’in. Çocukluk ve yaşlılık… Hayatın iki evresi. Çocuklar için kalabalık, renkleri, gürültüleri ile bir keşfetme arzusu uyandırırken, insan yaş aldıkça kalabalıklar geçmişin yükünü omuzlarında daha çok hissettiriyordu insanın. Selim bunları düşünürken yaşlı teyzenin daha da yaklaştığını fark etti. Elinde bez bir torbası vardı. Ağır görünüyordu. Torbanın içindeki ekmekler ve birkaç sebze dışarıya doğru taşmıştı. Selim kadının zorlukla adım attığını fark etti. Kadın bir adım daha atmaya çalıştı, ama bir anda dengesini kaybedip yere düştü.
Selim, hızla kadına doğru yöneldi. “İyi misiniz?” diye sordu; sesi yumuşacık ve içtendi. Kadın, yerden doğrulurken gülümsedi, ama gözlerinde yılların yorgunluğu vardı.
“Ah, yavrum, endişelenme,” dedi yaşlı kadın. “Sadece yaşlandım, işte. Biraz daha dikkat etmeliyim.”
Selim, kadının gözlerindeki acıyı fark etti. Yalnızlık, sessizce her hareketinde bir iz bırakmıştı. “Yardım edeyim,” dedi, kadının düşen eşyalarını toparlarken. Kadın, Selim’in elini görünce bir an duraksadı ama sonra gülümseyerek kabul etti.
“Teşekkür ederim, evlat,” dedi kadın. Gençsin, işin gücün vardır. Hem neden benimle ilgileniyorsun ki? Kimse umursamaz beni… Çocuklarım bile bakmaz yüzüme… Hadi, evlat! İşin gücün vardır. Hem herkes meşgul bu şehirde.. Biz yaşlıların işte böyle artık zamanı… Her şey bizim için yavaş ilerliyor.”
“Her yaşın zorluğu var,” dedi Selim, kadının gözlerine bakarak. “Ama bazen, en küçük yardımlar, birinin hayatında büyük bir fark yaratabilir.”
Kadın, “Evet, evlat. Bazen küçük şeyler, büyük farklar yaratır.” Sesinde bir hüzün vardı. “Beni bazen kimse görmüyor. İşte bu yüzden, bu kadar yalnızım. Bunca kalabalığın arasında sadece kaybolan bir yüzüm ben…”
Selim, kadının sözlerinden çok etkilenmişti. Niye insanlar, bunca kalabalığın içinde derin bir yalnızlık çekiyorlardı ve başkalarını da bu derin yalnızlığa hapsediyorlardı?
Kadın, torbasındaki eşyaları düzelttikten sonra, Selim’e son bir bakış attı. “Bazen, evlat, birinin sadece seni görmesi, bütün yükü hafifletiyor,” dedi sesindeki minnettarlıkla. “Sana teşekkür ederim beni fark ettiğin için.”
Selim, hafifçe gülümsedi ve başını salladı. “Bir şey değil teyzeciğim, Sizler bizlerin baş tacısınız” dedi. “Herkesin, bazen bir başkasının hayatına dokunmaya ihtiyacı var.”
Kadın, yüzündeki tebessümle yürümeye devam etti. Selim, bir süre kadının arkasından baktı. O an, şehirdeki kalabalığın içinde, sadece birinin gözlerinin içine bakarak, bir hayatın içine dokunmuştu. O kadar basit, ama o kadar değerli bir andı. İnsanlar kalabalıklar içinde yürüyor, yürüyor; ama bu yürüyüşte ne bir bakış, ne de bir selam vardı. Sadece adımlar vardı, kesik kesik, birbiri ardına… O kalabalığın içinde her bir insan yalnızdı. Oysa, bu yalnızlığın çaresi yavaşlamakta, durmakta, görmekte, bakmakta, hissetmekte saklıydı.