Telefonumu kulağımda tutmaktan yorulduğum için hoparlörünü açarak mutfak masasının üzerine koymuştum. Hattın diğer ucundaki bankanın çağrı merkezi çalışanlarından birinin cevap vermesini bekliyordum. Kredi kartı limitini değiştirmenin bu kadar zor olacağını bilemezdim. On beş dakika kadar önce bankanın numarasını tuşladığımda ilk olarak yapay zekâ olduğunu söyleyen bir sesle karşılaştım. Yapay arkadaş yönlendirmeye çalışsa da kurduğumuz kuru diyalog beni bir türlü ihtiyacım olan menüye ulaştıramıyordu. Tabii bu yeni teknolojiye geçiş sürecimiz biraz sancılı olacaktı. Bir süre sonra sıkılınca kendisine, müşteri temsilcisine bağlanma isteğimi ilettim. Ancak kanlı canlı birileriyle görüşerek derdimi anlatabileceğimi düşünmeye başlamıştım. Sonunda çeşitli tuşlamalar yaparak bir çağrı merkezi çalışanına ulaşabilmiştim. Bir gün “Merhaba ben Deniz, size nasıl yardımcı olabilirim?” cümlesini duyunca bu kadar sevineceğimi tahmin edemezdim. Hemen muhatap olduğum sesin yapay zekâdan çıkıp çıkmadığını öğrenmeye çalıştım:
“Yapay zekâ değilsiniz, değil mi?”
“Değilim. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Cümlenin sonuna doğru gülmemeye çalışan bir tonlamayla konuşmuştu Deniz. Rahatlamıştım. Yapayla uğraşacak sabrım kalmadığından karşımdakinin insanlığından emin olmak istiyordum. Duygusuz yapayın sevinme, üzülme, gülme, heyecanlanma gibi tepkileri olmazdı. Olsa da zorlama olurdu. Gerçi bu gidişle ileride Howard Gardner’ın Çoklu Zekâ Kuramı’ndaki zekâ türlerinde uzmanlaşmış yapaylarla karşılaşmamız işten değildi. Telefon bankacılığında bizi ilk olarak sözel zekâsı yüksek yapay karşılardı. Sorun çıkarırsak mantıksal ve sosyal zekâlı yapaylar devreye girer, menü müzikleri ritmik zekâlı yapay arkadaş tarafından seçilirdi. “Gardner, kuramını ortaya koyarken yapay zekâyı hiç düşünmüş müdür?” diye düşünürken kendimi toplayıp telefona döndüm. Kısaca arama nedenimden bahsedince yanlış menüye bağlandığımı fakat beni doğru hatta yönlendirebileceğini söyledi Deniz. Teşekkür ederek kendisine minnettarlığımı dile getirdim ve vakit kaybetmeden yönlendirildim. Ancak maalesef yönlendirildiğim hattaki sırada yirminci kişi olduğum için yine beklemeye koyuldum. O kadar beklemiştim, artık sabaha kadar da sürse kaybettiğim zamanı hepten kaybetmeyi göze alamazdım. Kulağım hoparlörden çıkan sesteyken kalkıp bir bardak çay koydum.
Doksanlı yıllarda çocukken, evimizin sabit telefonuyla katıldığım yerel radyo yarışma programından “Commodore 64” kitabı kazanınca dünyalar benim olmuştu. Televizyonda “Kara Şimşek”in yayın saatini sabırsızlıkla bekleyen, “Geleceğe Dönüş” serisini her fırsatta izleyen bir çocuk olarak bu ödülü
hak ettiğimi düşünmüştüm. Sıra bilgisayar âlemine esaslı bir giriş yapmaktaydı. Ancak kitap bir ay kadar sonra posta vasıtasıyla elime geçince ne yapacağımı bilememiştim. Kitabın kapağındaki kalın klavyeli ve küçük monitörlü bilgisayar fotoğrafı, bilgi çağının münevver bir ferdi olacağımı muştulasa da içeriğinden hiçbir şey anlamamıştım. Ama ziyanı yoktu, bir çiftçinin kara sabanına takılınca toprak altından çıkardığı antik yazıta baktığı gibi kitaba şöyle bir göz gezdirip kitaplığımızın güzel bir köşesine yerleştirmiştim. Nasılsa büyüyünce kitaptaki bilgileri çok güzel kullanacaktım. Başlarda eve gelen arkadaşlarıma nadide kitabımı gösterip komodor teknolojisinin 64’e kadar geldiğini anlatıyor, göze hoş gelen resimli sayfalardan seçtiğim komutları okuyordum. Tabii bir süre sonra kitabı tamamen unutmuştum. Zaten evde televizyondan sonraki en teknolojik cihaz da dedemin hacdan getirdiği ezanlı saatti. Eve bilgisayar girmesine on senemiz olduğunu henüz bilmiyordum.
Telefon bankacılığında bekleme süresi uzadıkça klasik müziklerin rahatlatıcı etkisi de azalıyordu. Bir dönem “Mozart etkisi” ile bilişsel zekâyı artırdığına inanılan müzikleri dinlerken düşünmeye devam ettim. Çağrı merkezi çalışanlarının isimleri kafama takılmıştı. Çağrı merkezleri; Deniz, Pelin, Serkan, Taner gibi ne kısa ne uzun, kolay anlaşılabilir isimli kişileri mi işe alıyordu? Ardanur, Belya, Zekai gibi orijinal isimleri taşıyan şahıslar bu iş yerlerinde görev almak istemezler miydi? Biraz düşününce diğer kriterleri karşıladıktan sonra isme çok takılmayacaklarına kanaat getirerek rumuz kullandıklarına karar verdim. Çayımdan bir yudum alırken önemli bir problemi çözmüş gibi kafamı sallayarak kendimi onaylıyordum.
İsimler neyse de bu yapay zekâ bize ne kazandıracaktı? Faydasından çok zararı olabilir miydi? Yaşadığımız çağda teknolojik yeniliklere ayak uydurmak olmazsa olmazımızdır elbette ama basit bir bankacılık işleminde bile telefon başında dakikalarca kıvranacaksak gelişmenin nasıl bir hükmü vardı? İsimleri çağrı merkezi çalışanları gibi akılda kalıcı koyulan ve hafiften muziplik katılmaya çalışılmış Badi, Komi, Mobi gibi yapay zekâ tabanlı bot arkadaşlar kaç Deniz’in işten çıkarılmasına sebep olmuştu? Derdimizi çözme hususundaki gönülsüzlüğünü hissederek sinirlendiğimiz bir çağrı merkezi çalışanı, şu sıralar yapay zekâ yüzünden iş akdinin feshini beklediği için huzursuz yaşıyor olabilirdi. Bu emektar dostların kıymetini bilemediğimiz için botlara maruz kalmış olabilirdik pekâlâ. Konu yalnızca yapay zekâdan ibaret değildi elbette, yapay zekâ teknolojisinin katkısıyla gelişen çok sayıda tehditkâr teknolojik yenilik vardı. İnsansız Hava Araçlarının gelişimiyle birlikte ilerleyen zamanda klasik pilotluk bile kaybolmaya yüz tutmuş meslekler arasında yerini alacaksa, yapay zekâ; metin yazarlığı, reklamcılık, grafik tasarımı gibi kreatif işleri bile işin edebi ve sanatsal estetiğine bakmaksızın yapmaya çalışacaksa baş döndürücü gelişime çekinceli yaklaşımımız gayet insani bir refleks olsa gerekti.
Eski iş yerimde işler elektronik posta vasıtasıyla yürürdü. Bazen yazışmada bulunanlardan sürecin yolunda gitmediğine dair dönüş alınırdı. Tecrübeli personel, hatası olsa da olmasa da işle ilgili bir sorunla karşılaştığında e-postaya hemen cevap yazmaması gerektiğini bilirdi. Böyle bir durumda evvela muhatabını telefondan arar, ulaşamazsa kalkıp yanına giderdi. Elektronik ortamdaki yazışmalarda hararetli tartışmalar cereyan etmiş olsa dahi insanın yanına gidip konuşulunca mevzu kısa sürede çözüme kavuşturulurdu. Klavye tuşlarına basmak suretiyle çeşitli alfabelerle yazılmış fontlardan mütevellit cümle içeriğinin donuk etkisini aşarak ses tonu, beden dili gibi güçlü varlıklar devreye sokulur ve böylece işin sürdürülebilirliği sağlanırdı. Karşıda yapay olsa kiminle görüşülecekti? Hoş, işler yürümüş, yürümemiş çok da umurunda olmazdı yapayın. Aynı profesyonel çalışma hayatlarımızda olduğu gibi günlük yaşantımızda karşılaştığımız problemlerde de karşımızda duyguları ve düşünceleri olan, bu duygu ve düşünceleri gün içinde değişkenlik gösterebilen, tutarsız da olsa bizi dinleyip anlayabilen, en azından bir orta yol bulup anlaşma ihtimalimiz olan doğal zekâlarla muhatap olmak isteriz. Tersinden okuyacak olursak yapay zekâyla muhatap olmak istemememizin de doğal karşılanmasını bekleriz. Bunları düşünerek telefon görüşmemin başında yapay zekâyla kurduğum başarısız diyaloğa kılıf bulmaya çalışıyordum.
Sanal banka kuyruğunda onuncu sırada olduğumu duyunca sevinerek düşünmeye devam ettim. Eski bilimkurgu filmlerinde robotların dünyayı ele geçirmesi ekseriyetle işlenen temalardan biriydi. Robotların ele geçirme işlemini mert bir tavırla, ortaya güç koyarak yapacakları tahayyül edilirdi. Zaman geçtikçe gördük ki sinsi gibi içten içe istila edilmişiz. Tüm işlerimizi, hayatımızı, severek ve isteyerek sözde akıllı sistemlere bağlamışız. Navigasyon teknolojisi yüzünden yeni yerler öğrenemiyor, sensörsüz bir musluğa rastladığımızda elimizi altına sokarak otomatik çalışmasını bekleyebiliyoruz. Takıldığımız konuyu, arkadaş yerine internet âlemine danışmayı yeğliyoruz. Bilgiyi hafızamızda tutmayı değil gerektiğinde bulmayı yeterli kabul ediyor, banka hesabımızda rakamlar olarak gördüğümüz varlıklarımıza fiziksel temasta bulunmadan yaşayıp gidiyoruz.
Siyah beyaz televizyon izlemişliğim, ankesörlü telefonlara jeton atmışlığım, sabit ev telefonunun tuş çarkını çevirirken keyiflenmişliğim vardı. Ülkede yayın yapan ilk özel televizyon kanalının ilk gününü hatırlıyordum. Commodore 64 kitabındaki bilgileri hiçbir zaman kullanmasam da Windows 98’in açılış sesinin meftunuydum. Ekşi sözlüğün “sourtimes.org” adresinde, kenarda kalmış bir link olarak var olduğu zamanların şahidiydim. Şimdilerde ise arabanın hız sabitleyicisi çalışmasa, bir gün telefonu evde unutsam, bir sosyal medya platformu iki gün kapansa elimi kolumu koyacak yer bulamıyor, bankayı aradığımda telefonu yapay zekâ açınca şaşırmadan devam edebiliyorum. Merak ettiğim bir konuda ChatGPT’ye fikrini soruyorum ama o da hep yuvarlak cevap veriyor, her halükarda
kendini garantiye alıyor. Mavi şapkalı düşünme tekniğini benimsemiş, suya sabuna dokunmadan İlber Ortaylı gibi yaşayıp gidiyor ChatGPT. Derken kablo dehlizlerindeki banka kuyruğunda üçüncü sıraya kadar yükseldiğimi işittim.
Bir insanın ömrüne ne kadar değişim sığabilir? Eskiden postaneye gidip bir telefon bağlatmak için üç saat bekleyen insanlar telefon bankacılığında dayatılan yapay zekâyla ne kadar anlaşabilir? Bu gelişim hızıyla hayatımızın “Black Mirror” dizi sahnesine ulaşması ne kadar zaman alabilir? Tüp bebekte yapay zekâyla başarıyı artırmak, bebeğin genetik hastalık teşhisini yapay zekâ sayesinde yüzde 92 oranında tutturmak güzel gelişmeler belki ama zengin bebekleri için zeki embriyoyu seçen şirketler daha nereye kadar gidebilir? Yirmi yıl sonra embriyo seçimi, merdiven altı yenidoğan ünitelerinde yaşamımızın bir parçası olur mu? Parkta yürürken Roman abla belirip rengârenk pazar çantasından çıkardığı alüminyum laboratuvar kutusunu göstererek “Yapayım abime zekâ?” diye tebelleş olur mu?
Evet, nihayet sıra bana gelmişti. Cevabına kısa vadede ulaşamayacağım sorularla uğraşmaktan –en azından şimdilik- kurtulabilirdim. Heyecanla “Alo, alo!” derken karşımdaki çağrı merkezi çalışanı beş saniyelik bir sessizlikten sonra hattımı kapatmıştı. Tam sessizlik de değildi aslında, arkadan diğer çalışanların uğultularını duyabilmiştim. Dumura uğramıştım, ne yapacağımı bilemiyordum. Dakikalardır sabır ve inatla beklediğim telefon görüşmesi, muhtemelen son anda mola vermeye karar vermiş yorgun bir insan evladı tarafından sonlandırılmıştı. Yapay zekâ olsaydı kolay kolay kapatmazdı. Böyle bir şeye yeltense yapay zekâya, “Önce insan olacaksın!” diye başlayıp çok şey söyleyebilirdim ama şimdi karşılaştığım talihsiz duruma çözüm üretebilecek pek bir zekâm kalmamıştı. Çaresiz, yarın gerçek bankaya gidip modern tasarımlı ama rahatsız koltuklara oturarak sıramı bekleyecektim. İşe yaramaz bir sakillikle elimde kalmış akıllı telefonumdan ChatGPT’ye sordum: “Dünyayı ne zaman istila edeceksiniz?”
Not: Bu hikâye yapay zekâya yazdırılmamıştır.
11.11.2024