Yıllar önce izlediğimiz bir filmi tekrar seyrettiğimizde, ilk defa fark ettiğimiz detaylar çıkar karşımıza. Bu durum, hayatın temel bir gerçeğini hatırlatır: Hiçbir şeyi tam olarak aynı şekilde tekrar edemeyiz. Aynı eylemleri gerçekleştirsek bile, artık biz aynı değilizdir. Çünkü zaman, deneyimlerimizle birlikte bizi dönüştürür. 10 yıl önce izlediğimiz bir filmi bugün seyretmek, o filmi 10 yıllık bir bilinçle yeniden deneyimlemek demektir. Kuantum fiziğindeki gözlemci etkisi gibi, biz değiştikçe algımız değişir; filmin anlamı, bizimle birlikte yeniden şekillenir.
Zaman geçtikçe insanın “ağırbaşlı” hale gelmesi ilginç bir olgudur. Tıpkı olgunlaşan buğday başaklarının boyunlarını eğmesi gibi… Dolu başak dik durmaz, çünkü bilgeliğin ağırlığını taşır. İnsan da öyledir; tecrübe arttıkça, “dik kafalılık” yerine dingin bir alçakgönüllülük gelişir. Acaba bu durum, beynimizin frontal lobunun zamanla daha bütüncül çalışmasıyla mı ilgilidir? Bilinç ve farkındalık arttıkça, ego yerini derin bir kavrayışa bırakır.
Eski fotoğraflara baktığımızda, bir zamanlar “sıradan” dediğimiz anların aslında ne kadar kıymetli olduğunu fark ederiz. O anları o zaman tam anlamıyla idrak edemeyişimiz, tıpkı kuantumdaki belirsizlik ilkesi gibidir: Bir şeyi ne kadar yakından gözlemlemeye çalışırsak, onun gerçek doğasını o kadar değiştiririz. Belki de geçmişe duyduğumuz özlem, kuantum dolanıklığı misali, zamanın ötesinde bir bağ kurar bizimle.
Hayat, tıpkı kuantum parçacıklarının sürekli hareket hâlinde olması gibi, durağan değildir. Her an, yeni bir olasılık dalgasıdır. Biz de her deneyimimizde, her hatırlayışımızda, aslında kendimizi ve geçmişi yeniden yaratırız. Bu yüzden, aynı filmi izlemek bile asla aynı değildir—çünkü biz asla aynı kalmayız.
Zamanın göreceliği ve bilincimizin dönüşümü, her şeyi her seferinde ilk defa keşfetmemizi sağlar. Sevgi de dönüşür, derinleşir, yeni katmanlara sahip olur. Hatta en çok sevgi değişir, çünkü her şey gider sevgi kalır. Sevgi nasıl ölçülür, ne kadar hissedilir…. Bunu açıklamak çok kolay değil ama herkesin kabulü olması nedeniyle evlat ve torun sevgisinin farklı yoğunlukta hissedilmesini bu bağlamda ele almak isterim.
Evlat sevgisiyle torun sevgisi arasındaki fark, tıpkı bir nehrin aynı yatağından iki farklı zamanda akması gibidir—suyun rengi, hızı ve taşıdığı anlam değişir. Bu iki sevgi biçimi, zamanın göreceliği ve bilincin evrimi ile şekillenir. Peki neden torun sevgisi, ifade edilenlere göre söylüyorum ki daha yoğun hissedilir?
Henüz torun sahibi olmadım, ama bir torun olarak yaşadıklarım, bu sevginin katmanlarını anlamamda bana rehber oldu. Dedemin bana bakışındaki o derin sıcaklık, babamın veya annemin bana gösterdiği sevgiden farklıydı; daha sabırlı, daha özgürce akan bir nehir gibi… Şimdi geriye dönüp baktığımda, torun sevgisinin bu denli özel hissedilmesinin, zamanla genişleyen bilincimizle doğrudan bağlantılı olduğunu fark ediyorum. Çünkü torunlarla kurulan bağ, sadece onlara duyulan sevgi değil, aynı zamanda kendi çocukluğumuza, geçmişimize ve hatta geleceğe dair bir ayna işlevi görüyor.
Bu perspektiften bakınca, torun sevgisinin yoğunluğu, yalnızca “kaçırılan anların telafisi” değil, aynı zamanda insanın zamanla olan ilişkisinin derinleşmesiyle de ilgili. Çünkü her nesil, bir öncekinin bilincine yeni bir katman ekler. Torun olarak aldığımız sevgi ile torun olarak vereceğimiz sevgi, aslında zamanın göreceliğinin en dokunaklı kanıtıdır: Sevgi, geçmişi ve geleceği birbirine bağlayan bir köprü gibi, sürekli yeniden anlam kazanır.
Evlat büyütürken, günlük koşturmaca içinde anların değerini tam olarak idrak edemeyiz. Uykusuz geceler, maddi kaygılar, gelecek telaşı… Tüm bunlar, sevginin derinliğini hissetmemize rağmen, an’ın büyüsünü gölgeleyebilir. Torunlarla ilişkide ise bu yükler kalkar. Artık “yetiştirme” sorumluluğu olmadığı için, saf bir anda kalma hâli yaşanır. Torun sevgisi, bir anlamda, çocuklarımızla kaçırdığımız o küçük mutlulukları yeniden deneyimleme fırsatıdır—geçmişe dönük bir zaman tüneli gibi.
Evlat yetiştirirken sevgi, büyük ölçüde içgüdüsel ve korumacıdır. Torunlara duyulan sevgi ise daha felsefi bir boyut kazanır. Çünkü insan, yaş aldıkça ölümün yakınlığını hisseder ve kendini bir iz bırakma çabası içinde bulur. Torunlar, bir nevi kişinin ölümsüzlük arayışının sembolüdür—genlerin ve değerlerin geleceğe aktarılması. Bu bilinç, sevgiyi daha derin ve anlam yüklü kılar.
Evlat sevgisinde disiplin, kaygı ve beklentiler vardır. Torun sevgisiyse neredeyse koşulsuzdur. Çünkü torunların yetişmesinden sorumlu değilsinizdir; onlarla geçirdiğiniz her an, bir oyun ve hediye gibidir. Bu durum da, kuantum fiziğindeki gözlemcinin etkisizleşmesine benzer: Artık müdahale etmez, sadece keyif alırsınız.
Torunlar, size çocukluğunuzu ve kendi çocuklarınızın küçüklüğünü aynı anda hatırlatır. Bu, zamanın döngüsel olduğu hissini uyandırır. Torununuza sarıldığınızda, hem kendi çocuğunuzu hem de kendinizi küçükken hissedersiniz. Bu yüzden torun sevgisi, bir tür tinsel tamamlanma hissi verir—geçmişin özlemi ile geleceğin umudu birleşir.
Torun sevgisinin yoğunluğu, kaybedilen anların yansıması değil, bilincin genişlemesinin sonucudur. Evlat sevgisi nehirse, torun sevgisi o nehrin denize döküldüğü yerdir—artık telaş yok, sadece engin bir dinginlik vardır. Formüle dökecek olursak asıl fark, şudur:
Evlat sevgisi: “Seni büyütmeliyim.”
Torun sevgisi: “Seni şimdi ve tam olarak seviyorum.”
Yine KUANTUM diyeceğim ama kızmayın lütfen… Zamanın göreceliği, insana bu iki sevgi biçimini farklı anlarda sunar. Torunlar, evlatlarla yaşanamayan o şimdi’yi geri veren küçük zaman yolcularıdır.