Eski saat kulesinin çanı çaldı. “Saat 07.40. Gelmesine az kaldı.” diye geçirdim içimden. Derken “Salih” diye bir ses yükseldi. Bu, benim adımdı. Sesi hemen tanıyıp kafamı çevirdim. İşte, orada karşımda dikiliyordu. Kahverengi saçları, ela gözleri ile bana anlamlı anlamlı bakıyordu. Koyu yeşil paltosu her zamanki gibi lotus çiçeği parfümü kokmuyordu. Mesajımla alelacele çıkmış gelmiş, saçlarını da toplamamış. Normalde hep örerdi.
Gözlerime bakmak istiyordu inatla… Yaşlı gözleri benden bir açıklama bekliyordu. Söze nasıl gireceğimi bilemedim. Lafı evirip çeviriyordum ağzımda. Sonra o konuşmaya başladı. Zaten hep korkusuzca davranmıştı:
“ Neden öylece çekip gidiyorsun? Bu kadar mıydı? Hani yeminlerin, verdiğin sözler?
Sonra hıçkırık. Sesi titriyordu.
Gözlerimi kaçırdım. Bakmaya cesaretim yoktu.
“ Bak, Rüveyda. Seninle tanıştığım için çok mutluyum. Her şey için çok, çok teşekkür ederim. Ama…
“Ama ne!” Bir daha seni bırakmam demiştin, diye isyan etti. Sesinde hüzün vardı.
“Elveda” dedim “Elveda…” Beni bekleyen metroya bindim. Arkama bakmadım. Yürüdüm, yürüdüm…
Hıçkırıklı bir ağlama sesi…” Gitme ne olur. Beni sensizliğe terk etme, gitme… Gittim, bu şehri, bu sokağı ve onu bıraktım. İşte, ben buyum. Korkağım… Sürekli kendimi düşünüyorum. İnsanların, sevdiğim insanların kalbini kırıyorum. Bana değer verenlere değer veremiyorum. Metro ağır ağır giderken camdaki yansımamam baktım. İçimden dedim, “Sen nankörsün.”